Tarihler 23 Ağustos 1973’ü gösterirken İsveç’in başkenti “Stockholm’de Jan Erik Olsson isimli bir şahıs makineli tüfek ile bir banka soygunu gerçekleştirir.
Bu soygun sırasında 3’ü kadın 1’i erkek olmak üzere 4 kişiyi rehin almıştı.
Ancak olay yerine varan çok sayıda poliste silahlarını bankaya doğrultmuş, Olsson’u kapana sıkıştırmıştı.
Kuşatma sırasında polis ekipleri bir operasyon ile bankanın tavanında bir delik açarak uyutucu gaz vermeyi hedeflemişti ancak Olsson rehinelerden birisinin boynuna bir ip bağlamış ve kafasını polisin delik açtığı noktaya sıkıştırmıştı ancak rehinenin ayakları da hala yere değdiği için rehine ölmüyordu,ve Olsson bunu polise karşı pazarlık gücü olarak kullanmış,eğer içeriye bayıltıcı gaz sıkılırsa rehinenin boğularak öleceğini söylediler. Polis ise içeriye gazı veremedi.
Altıncı gün ise polis içeriye girmeyi başardı ve soyguncular teslim oldular.
Ancak problem tamda bu noktada başlamıştı, rehineler Olsson’a kendilerini siper ederek polislerin tutuklamasını engellemeye çalışmış, ifadelerinde ise soyguncuyu savunmuşlardı.
Yetmemiş rehineler arasında para toplayıp Olsson’un mahkeme masraflarını karşılamışlardı.
Peki, nedir bunun sebebi?
Stockholm sendromu genel olarak ölmemek için bağlanmaktır.
Kendisine sürekli şiddet uygulayan kocasını her fırsatta savunan bir eş, hakkını yiyen patronun ne kadar düşünceli ve iyi birisi olduğunu söyleyen bir işçi.
Canlıların zor durumlar için 2 mücadele yöntemi bulunmaktadır,”Savaş ya da Kaç”
Ancak ne savaşabilecek nede dövüşebilecek kadar güçlü olmayan bir canlı kendi içerisinde 3. bir yol seçiyor.
Kabullen.
Stockholm sendromunun hikâyesi de tamda burada başlıyor.
Karşısındaki kişiyi olduğundan daha güçlü ve daha iyi huylu olarak görmek için kendisini zorlayan canlılar ise (bunu hayatta kalmak için yapıyorlar)bir süre sonra onlara bağlanıyorlar.
Suçu sürekli 3.sebeplere itip asıl kötüyü kendilerince iyi olarak görüyorlar.
Dedik ya bu bir hayatta kalma mekanizması, savaşamıyor ve kaçamıyorsan eğer kabullenirsin ve daha kötüsü yalanlara inanıp bağlanırsın.
Tıpkı boynundan tavandaki deliğe asılan rehinenin mahkeme ifadesinde Olsson’u savunması gibi.
Çaresizliğin hayatta kalmak için bulduğu bu yöntem bizleri cellatlarımıza bağlıyor ve bu sendrom sadece şahıslar yada hayvanlar için geçerli değil bazı durumlarda bütün bir topluluk/ulus da bu sendroma yakalanabiliyor.
Bir fabrikada çalışan işçi hayatı boyunca hak arama amaçlı bir direnişe girmemiş ise kendisine aş, ekmek vereni patronu olarak görecektir ve bir süre sonra kendisini patrona karşı borçlu görecektir.
Bu borç ise patronu savunma, işini sanki iyi yapmıyormuş gibi daha iyi yapma, her türlü eleştiriye karşı kraldan daha çok kralcılık yapma mecburiyetinde hissetmesine sebep olacaktır,sonuçta onun hikayesinde kahraman karakter patron!
Patron’un ise en ufak hak talebinde tıpkı Olsson’un bacağından vurduğu rehinesine “Seni öldürmek istemiyorum sadece bacağından vuracağım” demesi gibi işçisine “Seni aç bırakmıyorum, çoluğun çocuğun benim paramla geçiniyor” demesine benzer,
Kendisi bir ezilendir ama farkında değildir, çünkü ne kaçabiliyordur nede savaşabiliyordur.
Ezilen uluslar da belli bir süre baskıya maruz kaldıktan sonra aralarındaki güçsüzler de Stockholm sendromuna kapılır.
Ezen ulusu daha yüce bir millet olarak görüp kendi milletini aşağıda görmek,dilini ve kültürünü terk etmek ve en acı olanı atasını,kimliğini reddedip kendisini ezen ulusun bir ferdi olarak görmesidir.
Bunun sebebi ise yaşama içgüdüsüdür.
Başta bahsetmiştik, hayatları tehlikeye giren canlılar için 2 refleks vardır,kaç yada savaş!
Ancak bu ikisinin de yapamayanlar kabullenirler.
Ezilen uluslara bakarsak yaşamak için dağlarda savaşanlar, yurdundan kaçanlar olduğu gibi “Stockholm Sendromu” yaşayanlar ise inkâr ve kabulleniş yolunu seçerler.
Ancak ezen kimlik ise her fırsatta ezilen ulusa en pis işleri, en kötü şartları yaşatıp ezilen toplumu yok saymasına rağmen en ufak hak arama mücadelesinde kendisini iyi gösterir,tıpkı Olsson örneğinde olduğu gibi ve mücadele verenleri ihanet ile suçlarlar.
Bir işçi, bir kadın yada bir toplum bu sendromdan nasıl kurtulabilir?
Kurtuluşun ilk basamağı uyanıştır.
Uyananlar yani devrimci kadrolar; sendikalar, işçi dernekleri, toplumsal eşitlikçi gruplar ve devrimci rol oynayan parti/örgütler aracılığı ile ezilenlere ulaşmalı ve bilinçli/örgütlü bir toplum yaratmalılardır.
Ancak bu şekilde ezilenler kendilerini tanıyabilir ve bir başkaldırıda aktif rol oynayabilirler
GÜNDEM
Az önceÇEVRE
Az önceDIŞ HABERLER
Az önceEKONOMİ
21 saat önceGÜNDEM
21 saat önceGÜNDEM
21 saat önceGÜNDEM
2 gün önce