01 Kasım 2024 Cuma
Kapitalizm, Ataerkil Sistem ve Kadın
Narin Güran Cinayetinde Şok Edici Gelişme
NASIL BİR FAALİYETÇİLİK (I): Koşulları ve Çelişkileri Tahlil Etmek
KAPİTALİZMİN YENİ SİLAHI: "UYUŞTURUCU"
Doğru emzirme yöntemleri nelerdir, sütün yettiği nasıl anlaşılır?
Türkiye’de gündem, her yurttaşın katılacağı üzere, her zaman oldukça yoğun ve karmaşık olmuştur. Öcalan’ın hapisten çıkıp çıkmayacağı sorusu, kadın cinayetleri, çocuk işçiliği, ÇEDES, MESEM, seçimler, kayyumlar, saldırılar… “Bundan daha kötü ne olabilir?” sorusunu sordukça burjuva devlet bize çok daha kötüsünü sunuyor.
Ancak bir sorun var ki hiçbir zaman gündeme gelmiyor, konuşulmuyor, hatta gizlenmeye çalışılıyor. Devlet ve propaganda organı olan medya tarafından değil, doğrudan toplum tarafından gizlenmeye çalışılan bir konuyu gün yüzüne çıkarmaya çalışacağız. Bu yazının konusu, hayatımızı en derinden etkileyen ve burjuva devletlerin birbirleri ve emekçi halklar ile olan savaşlarında bir silah olarak kullandıkları uyuşturucuyu konuşmak olacak.
İki yazı önce eleştirdiğim sosyal medyada gezinirken bir habere denk geldim. Haberde “Diyarbakır’da Uyuşturucu Kullanımı 12 Yaşa Düştü” başlığı yer alıyordu. Uzun süredir üzerinde çalışmak istediğim bir konuya bu şekilde denk gelince, fikirlerimi realist ve sosyalist bir bakış açısıyla sizlere aktarma kararı verdim.
Bir toplumun hak arama taleplerine ve devrimci atılımlarına engel olmak için burjuva devlet yapısı birçok mücadele yöntemi geliştirmiştir. Bize dayatılan cumhuriyet ve sözde seçim süreçleri, teknoloji bağımlılığı, algı yönetimi vs. bu liste uzar gider. Ancak burjuva devletin çok tehlikeli bir silahı daha var: UYUŞTURUCU.
Televizyon programlarında, arkadaş çevresinde, popüler akımlar ve müziklerde… aklımıza gelebilecek her yerde bu silahı görüyoruz. Bu yazıyı üç başlık altında inceleyerek düşüncelerimi sizlere aktarmayı planlıyorum.
Kapitalizm, diyalektik içerisinde kendini sürekli olarak gelişim adı altında yıkıma götüren ve sosyalist bir devrimle engellenmediği takdirde barbarlığa giden bir sistemdir. Kapitalistler, bu düzenin asla bitmeyecekmiş gibi sürmesini ister ve ona göre planlar yaparlar. Ancak kendi yarattıkları yıkımlara suni ve geçici çözümler üreterek bir kartopu gibi yıkımı büyütüp emekçi halklara zarar vermektedirler. Devrimci hareketlere ve halk iktidarına engel olabilmek için halkı bazı yöntemlerle uyuturlar.
Kitleselleşemeyen ve halk desteği alamayan bir devrimci parti, silahlı ya da silahsız bir sokak çetesi veya yeraltı mafyası olmaktan öteye gidemez. Kapitalizm de halkı uyutmak ve devrimci öğütleri yalnızlaştırmak için çeşitli yöntemler üretir.
Bu yöntemlerin başında uyuşturucu kullanımı gelir. Uyuşturucu, yalnızca diğer propaganda yöntemleri gibi bir uyku hapı işlevi görmekle kalmaz, aynı zamanda fiziksel olarak da ciddi hasar verir. Burjuva devletlerin, rekabet içinde birbirlerinin topraklarına uyuşturucu soktuğu reddedilemez bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.
Bir düşman devletin genç nüfusunun çalışamaz duruma gelmesi ve cebindeki bütün parayı sermaye ortağı uyuşturucu çetelerine vermesi, elbette her burjuva devlet yapısı için eşsiz bir fırsattır. Bu yöntemle kendileri suçlanmayacak ve düşmanları güçsüzleştirilecek. Ancak bundan çok daha acı bir gerçek var: Bir devletin kendi halkına uyuşturucu vermesi. Özellikle 68 devrimci kuşağından sonra Kürt Ulusal Hareketi ve devrimci örgütlerin mücadele verdiği mahalle, şehir ve bölgelerde uyuşturucunun bu kadar yayılması, bu durumun ancak devlet eliyle geliştirildiğini ve devrimci örgütlerin halktan soyutlanmasını amaçladığını göstermektedir.
Her sokakta, bakkaldan şeker alır gibi temin edilen uyuşturucu türevleri, sadece gençlerimiz için değil, toplumun her bir ferdi için reddedilemez bir tehdit oluşturmaktadır. Kapitalist sistemin yarattığı geleceksizlik, güvensizlik, parasızlık gibi sorunlardan ötürü kendimizi boşlukta hissetme ve depresyon gibi ruhsal çöküşlerle karşı karşıya kalan bireyler, uyuşturucu ile tanışabilmektedir. Ayrıca yalnızca merak ve özentiyle de birçok yurttaş uyuşturucu batağına düşmektedir.
İlk olarak, konuştuğumuz kişilere veya sevdiklerimizin arkadaş çevresine dikkat etmeliyiz. Genellikle toplumda kişiler, ailelerine göre yargılanır. Bir kişinin karakterini kardeşlerine, annesine, babasına bakarak saptamaya çalışmak yanlıştır. Kişinin arkadaş çevresine, hayat tarzına ve davranışlarına bakarak doğru çıkarımlarda bulunmak gerekmektedir.
Yasaklar ve baskıcı kurallar, hiçbir zaman etkili çözüm üretmemiştir. Bir konuda yasakçı ve baskıcı bir tavır almak, o konuya ilgiyi artırmaktadır. Bunun yerine, ilgili konunun zararları, etkileri ve neden olumsuz olduğu konusunda bilgilendirme yapmak çok daha iyi sonuçlar doğuracaktır.
Çocuklara küçük yaşlardan itibaren tacize ve kaçırılmaya karşı verilen eğitim gibi uyuşturucuya karşı da bilgilendirme yapılmalı ve bir kişiden nasıl zarar göreceği anlatılmalıdır.
Sevdiklerimizle etkili iletişim kurmalıyız. Maalesef yurttaşlarımızın çoğunluğu iyi konuşmasına rağmen iyi bir dinleyici olamamaktadır. Sevdiklerimizi dinlemeli, en azından “Nasılsın?” sorusunu sorabilmeliyiz. Unutmayın, siz sevdiklerinizle konuşmazsanız kötü niyetli kişiler onlarla elbet konuşacaktır!
Kendimize ve sevdiklerimize sosyal hobiler kazandırmamız önemlidir. Spor organizasyonları, turnuvalar, halk eğitim merkezlerinin kurulması gibi etkinlikler için baskı yapmak ve bu alanlarda inisiyatif almak, uyuşturucuya karşı korunmak için etkili yöntemlerdir.
En önemlisi de bir sevdiğimiz bu bataklığa düştüğünde reddetmeyelim,gizlemeyelim.
Durumu kabul edip çözüm için mücadele verelim.
Şimdiye kadar uyuşturucunun kapitalizm için önemine ve buna karşı kendimizi ve sevdiklerimizi nasıl koruyabileceğimize değindim. Ancak ne yazık ki uyuşturucuya karşı mücadele noktasında söyleyebileceğim pek fazla bir şey yok…
Kapitalist devlet yapısında ve düzeninde maalesef emekçilerin ağır çalışma şartları, geçimsizlikler ve hayatımızı karartan birçok farklı sebep varken, kitlesel olarak sosyal aktivitelere katılın demek gerçekçi bir öneri olamaz. Sistem, bizleri zehirlemek için elinden geleni ardına koymazken, bu insanlık dışı saldırı yöntemine karşı elimizdeki tek güç devrimci örgütümüzdür. Örgütlü bir yaşam sürüp proletarya diktatörlüğü sağlanmadan uyuşturucu ile kesin bir mücadele yöntemi ne yazık ki bulunamıyor.
Yüzbinlerce kişinin katıldığı gösterişli mitingler, televizyonlarda yapılan tartışma programları, her köşede duran bilboardlarda siyasilerin devasa yüzleri, son ses müzikleri ile dolanan seçim arabaları, bildiriler, afişler, esnaf ziyaretleri…
Devasa bir siyasi propaganda baskısı ile geçtiğimiz klasik seçimden önceki otuz günümüzün özeti kısaca bunlar.
Ancak daha önce hiç düşündünüz mü, bunca para neden harcanıyor?
Bu propaganda yöntemlerinin emekçi halklara olan etkisi nedir ya da seçimde verdiğimiz bir oy neleri değiştirebilir?
Bütün bu sorulara sosyalist bir bakış açısıyla göz atalım.
Kapitalizmin ayakta kalması için emekçi halklara düşen başlıca iki sorumluluk vardır. İlki yaşamak, ikincisi ise çocuk yapmaktır.
Bir patron, işçisinin sabah kalkıp işe gelebilmesini ve işçisi çalışamayacak kadar güçten düşünce de kendisi yerine bir işçi dünyaya getirmesini ister.
Ancak bu şekilde sistemin çarkı dönmeye devam edecek ve patronlar emekçi halklardan elde ettikleri artı değeri katlayabileceklerdir.
Bu düzeni devam ettirmek için halkın sürekli olarak göz açamayacak kadar belli konularla zihinlerini doldurmaları gerekiyor.
Fanatizm ise emekçi halklar için mükemmel bir uyku ilacı.
Fanatizm, hayatımızın her alanında etkili olan bir sistem dayatmasıdır. Bazen futbol takımlarını, bazen ise siyasi partileri canınızı dahi ortaya koyacak şekilde desteklerken girdiğiniz tartışmaları bir gözden geçirin.
Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen dostlarınız ile nasıl tartıştığınızı hatırlayın. Bu yazıda futbol tarafına girmeyeceğim, ancak siyasi partileri neden bu kadar önemseyerek desteklediğinizi kısaca açıklamaya çalışacağım.
Düzen siyaseti en iyi tabirle bir tiyatro oyununa benzetilebilir.
Sahne önünde birbirleriyle kanlı bıçaklı olan iki karakter, seyirciyi taraf tutmaya zorlayan bir senaryoyu canlandırırken, perde indikten sonra kuliste can ciğer kuzu sarması olurlar.
Tıpkı düzen partileri gibi. Ama neden kapitalizm buna ihtiyaç duyuyor?
İnsanlar sürekli olarak daha rahat koşullarda yaşama içgüdüsü olan canlılardır.
Yaptığımız hemen hemen bütün gelecek planları ve eylemlerimizde de bunu görmek pek de zor olmasa gerek.
Ancak kapitalizmin rahatlığı yalnızca sermaye sınıfına hak görülmekte ve bu rahatlığı yaratma sorumluluğu da proletaryanın sırtına yüklenmektedir.
Bugüne kadar kazandığımız bütün haklar (ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık hizmetleri, emeklilik, pazar tatili…) devrimci mücadele ile hayatımıza girmiştir.
Kapitalizm cephesinde ise proletaryaya verilen her hak, sermaye sınıfına bir yük olarak görülmekte ve buna karşı çeşitli yöntemler geliştirilmektedir.
Bu yöntemlerin asıl amacı emekçi halkları meşgul edip uyutmak olduğu göz önünde bulundurulursa ve kapitalizm tarihi açısından teknolojinin yirmi yıl dahi öncesinde insanları bu kadar kendisine bağımlı edecek kadar gelişmediği görülürse, kapitalizmin elindeki en iyi seçenek futbol ve politikayı uyku ilacı olarak kullanmak olacaktır.
Düzen siyasi partileri de sizin dikkatinizi çekeceği üzere, bazı zamanlar radikal söylemlerle arayı bozar ve halkı birbirine düşürecek kadar politize ederken, tam da o anda sokak olaylarını engellemek açısından gündem değiştirip görüşmeler ve ittifaklarla yeniden siyasetin sözde birleştirici gücü ile birlik beraberlik vurgusu yapmaktadırlar!
Seçimler ise ellerindeki en büyük silahtır.
En ufak hak talebinde bulunan kitlelere “Derdini sandıkta anlat, oyunu kullanırken düşünecektin” gibi cümlelerle pasifize eden sermaye medyası, düzen değiştirme taleplerinde ısrarcı olan grupları da terörizm ile suçlar ve halktan tecrit eder.
Ancak seçimlerde kullandığımız oy da bizim irademizle belirlenmiyor, yine düzen medyasının yarattığı ortam ile karar veriyoruz.
Okuduğumuz gazetede, izlediğimiz programda bahsedilen konular sizce gerçekten tarafsız olarak mı ele alınıyor?
Tiyatro oyununda değindiğimiz gibi, bize bir oyun izletiyorlar ve seyircileri birbirine düşürerek karar vermeleri konusunda baskı yapıyorlar. Sonucunda ise tiyatro salonundan çıkarken hangi karakterin haklı olduğuna dair bir oylama yapıp perdeyi indiriyorlar.
İrademizi ve hak taleplerimizi elimizden alarak kullandıkları oylar ile herhangi bir şeyi değiştirme şansımız da bulunmamakta.
Seçimden sonraki gün işçiler fabrikada ter dökmeye devam ederken, siyasiler ve sermaye ise halktan çalmaya ve lüks hayatlarını yaşamaya devam ediyorlar.
Hem de bütün bunlar olurken, seçim düzeni sayesinde emekçi halklar hak taleplerini sandığa saklayıp sokak siyasetinden de uzak kalmış oluyor.
Ne “demokratik” bir sistem ama, değil mi?
Devran Yılmaz
Dillere pelesenk olmuş bir gençlik var, herkes tarafından eleştirilen ancak hiç de yapıcı çözümler sunulamayan. Teknoloji ile büyümüş bir nesil olarak adlandırılıyor, herkesin ağzında olan “Z Kuşağı”. Hard kapitalizmin tam da göbeğinde, en zirve noktasında doğmuş, ancak toplumun geniş bir kesimine göre (Z Kuşağı da dahil) teknolojinin getirdiği sözde avantajlardan yararlanmak yerine olumsuz yönlerinden etkileniyorlar.
Gerçekten de bunlar böyle mi? İsterseniz “Z Kuşağı”na birlikte bir bakış atalım. Ama sosyalist bir bakış!
Toplumdan nispeten kendini soyutlamış, özellikle internet teknolojisinin gelişimi ile birlikte sosyal medya başta olmak üzere propaganda araçlarına kendini kolayca kaptırabilen; gençliğin getirdiği dinamizm ile hızlıca radikalleşip örgütlenebilen ve iletişim/bilgi ağının bu denli gelişmesi sayesinde filtresiz şekilde, yalan ya da doğru bilgiye sorgulamadan inanan bir gençlik var karşımızda. Ancak bu cümleleri zaten birçok burjuva yazardan duyabilirsiniz; genelde bahsettiğim olumsuz özelliklere odaklanıp gençliği eleştirmek zaten yapılacak en kolay iştir.
Ancak bu gençliği topluma yararlı bir şekilde dönüştürmek de hiç zor bir uğraş değil. Bu dönüşümün adımları hakkında konuşmadan önce gençliğin bu noktaya nasıl geldiği ve apolitikleştirme politikaları hakkında birkaç cümle etmekte fayda var. Ne de olsa bir sorunun çözümünü ancak sorunun temeline inerek üretebiliriz.
Kapitalist sistemin biz emekçi halklardan yalnızca iki beklentisi vardır. İlki, düzenli olarak işe gidip artı değer üreten bir emekçi olmamız; ikincisi ise artı değer üretemeyecek duruma geldiğimizde bir köle daha yetiştirmemizdir. Gençlik ise dinamizmi ve genişleyen haber alma imkânları sayesinde bu düzene nispeten karşı çıkan ve kölelik düzenini sosyalist bilinci olmadan dahi eleştirebilen bir yöne doğru evrilmekte. Bu da gençleri kolay yoldan çok para kazanma arayışına iterken, aynı zamanda sermaye sınıfını bu dinamizmi yok etmek için çeşitli yollara sevk etmektedir.
Kısa videolar sayesinde insanların eski kuşaklara nazaran bilgiye ulaşma süreleri oldukça kısalmış; eskiden bir köşe yazısı okumak için harcanan süre ile bugün en az yüzlerce kişiden fikir alabilecek duruma gelmiş bulunmaktayız. Ancak bu kısa videolarla odak süremiz bilinçli olarak on beş saniyenin altına düşürüldü. Bu durum, karşımıza çıkan bir bilgiyi araştırmayı imkansız hale getirdiği gibi, sermaye sınıfının da algoritma ve para desteği ile kendi çıkarlarına uygun fikirleri hayatımıza dikte etmesini daha da kolaylaştırmıştır. Eskiden bir cinayet, yolsuzluk ya da devrimci süreçlerde yurttaşlar farklı görüşte gazeteler okuma ve bu yazılanlar arasında eleştiri yaparak gerçeklik ve mantık süzgecinden geçirebiliyordu. Ancak günümüzde bahsettiğimiz kısa videolar hem yazı yazma hem de okuma kültürünü bitirdiği gibi, eleştiri yapma kabiliyetimizi de elimizden almaktadır.
Gençliği etkileyen en önemli faktör sosyal medyanın kısa videoları olsa da tek faktör bu değildir. TV programlarında bize gösterilen propaganda dizileri, özellikle şiddet, fuhuş ve kara para aklama gibi konuların normalleştirilmesi; sözde tartışma programları ile eleştiri yapamayacağımız bir anda düzenin fikirlerinin empoze edilmesi gibi örnekler, sermayenin bizi düzen içinde tutmak için ürettiği formüllerdendir.
Haber alma konusuna gelince, konu yalnızca bilgi kirliliği olarak ele alınamayacak kadar geniştir. Ancak bu yazıda tüm haber alma yöntemlerine değinmeyeceğim; asıl üzerinde durmak istediğim konu “Akım/Mem”ler.
Tek bir hareket ya da gaf, bir kişiyi sefil bir hayattan kurtarıp tüm dünyaya tanıtabilir. Ancak bu Mem’ler sadece bir kişiyi ünlü etmekle kalmıyor. Bir toplumu da yıkıma götürebilir. Polat Alemdar’a özenip racon kesmek isteyen gençler ya da satanizm gibi toplumun yıkılmasına sebep olacak sapkın fikirlere itilenler bunun örnekleridir. Ama asıl mesele insanların özenmesi değil; daha lise çağındaki bir çocuğun fikirlerini (olumlu ya da olumsuz) geçmişe nazaran çok daha hızlı ve kolay bir şekilde geniş bir kitleye empoze edebilmesidir.
Sözde devlet tarafından takip edilmeyen uygulamalardan örgütlenen suç çeteleri ve bunları takip eden milyonlar. Sizce bu insanlar, radikalleşmeden önce yaptıklarının yanlış olduğunun farkında değiller miydi? İşte burada yazının başında değindiğimiz odaklanma ve eleştirme yetimizi bilinçli olarak ortadan kaldıran kısa videolara değinmek gerekiyor.
Bu yöntemle bir devrimci örgütü halk nezdinde kolayca terörize edebilirler ya da işçi sınıfını sendikalar başta olmak üzere düzeni yıkma amacı güden devrimci kuruluşlardan uzak tutabilirler. Oy verecekleri partiden tutun, hayatlarında alacakları en önemli kararlarda dahi sermaye sınıfı, üreten emekçi sınıfın beynini yıkamanın zahmetsiz bir yolunu bulmuştur. Ancak bu yöntemle, zaten bulanık zihinlerimize yalnızca sermaye sınıfının çıkarına olan propaganda içerikleri yerleştirilmekle kalmıyor; aynı zamanda hastalıklı fikirlerin de yayılması sağlanıyor.
Kimi zaman insanlıktan nefret eden(?) bir çocuğun manifestosu önümüze düşüyor, kimi zaman ise tecavüz timleri kuran bir oluşumun eylemleri. Sorun, bu tip örgütlerin yalnızca var olması değil; bu örgütlerin fikirlerinin araştırma yapamayacak kadar zihni bulanık kişiler arasında hızla yayılmasıdır. Kapitalist devlet aygıtı ise çözüm üretemeyecek kadar soyut kalıyor.
Buraya kadar bahsettiğimiz her şey sorunun kendisi, ancak çözüm noktasına ulaşmadan önce perde arkasına da kısaca bakış atmamız gerekir: Neden gençler sosyal medyaya bu kadar bağımlı?
Bu soruyu sadece gençler için değil, emekçi halklar açısından incelememiz gerekiyor. Çünkü sosyal medya bağımlılığı yalnızca genç nüfusla sınırlı değil, işçi sınıfının tamamı bu sorundan muzdarip. Bu hastalığın başlıca sebebi, proleter halkların sosyal etkinliklerden uzak kalmasıdır. Spor organizasyonlarından tutun eğlence etkinliklerine kadar birçok alanda emekçi bir ailenin karşılayamayacağı kadar yüksek ücretler talep ediliyor. Bir futbol maçında biletler 1000 TL’den başlarken, mütevazı bir tatilin maliyeti en az 30.000 TL tutmaktadır. Spor salonlarına gitmek, hatta bir piknik yapmak dahi hayal seviyesine gelmişken bir de işçilerin çalışma koşulları ve dinlenme sürelerinin kısalığı göz önünde bulundurulunca, boş vakitlerimizde yapabileceğimiz en iyi aktivite kısa videoları kaydırmak oluyor.
Peki, çözüm nedir? Kısaca bu konuya da değinmek istiyorum. Devrimci örgütlerin daha fazla sosyal alanda aktif olması ve ücretsiz etkinliklerle uyuşturulmuş kişileri topluma kazandırması mümkün olabilir. Aynı zamanda sosyal medyayı aktif kullanacak devrimci içerik üreticileri oluşturarak sermayenin açtığı alanı domine etmek ve toplum açısından hastalık denilebilecek fikirlerin yayılmasını engellemek de bir çözümdür. Ancak asıl çözüm, örgütlü mücadeleden başka bir şey olamaz. Devrimci örgütler, hayatın her alanında olduğu gibi sosyal medyada da örgütlü mücadele sürdürmeli ve sermaye propagandasını yerle bir etmelidir.
Devran YILMAZ’IN Kaleminden
Siyonist savaş rejiminin Filistin’e yönelik saldırı ve işgal girişimleri tarihler 1897 yılında yapılan “Birinci Siyonist Kongresi” adı altında yapılan toplantıda başlamıştı.
Bu kongrede Filistin topraklarında bir devlet kurulması ve bunun için de fon ayarlanıp toprak satın alınması kararlaştırıldı.
Ancak tarihi daha iyi anlayabilmek için Filistin halkı ve toprakları hakkında birkaç hatırlatma yapılmalıdır.
Filistin halkı medyada gösterildiği gibi Arap bir ulus değildir, kendi kültürleri ve dili olan Kürtler yada Katalanlar gibi oldukça uzun süredir bağımsız bir devleti olmadan çeşitli devletlerin ve derebeylerin himayesi altında yaşayan bir topluluktur.
Buda bugün bize kadar uzanan çeşitli dogmatik yanlış bilgileri doğurmaktadır.
Filistin topraklarında birden fazla örgüt ve topluluk hâkimiyeti sağlamak için mücadele etmektedir.
Ortak noktaları Siyonist savaş rejimine karşı mücadele etmek olsa da birbirleri ile de aşırı zıt pozisyonda durmaktadır bu örgütler.
Toprak sattılar iddiasının temeli ise Osmanlı Devletine kadar uzamaktadır.
Osmanlı Devleti Filistin topraklarının da kaybedilmesinden çekindiği için boyunca Yahudilere toprak satmayı yasaklamıştı.
Ancak Filistin topraklarında Yahudiler 19.yy’ın sonlarından itibaren Filistin topraklarına yönelik aracı şirketler ile birçok toprak satın alma işlemleri yapmışlardı.
Ancak asıl toprak satma muhabbetleri İngiltere’nin Filistin mandası kurmasından sonra başladı.
Filistin Mandası kurulduktan sonra Siyonist rejim Filistin’de aldığı topraklarının %52,6’sını Filistinli olmayan burjuva toprak sahiplerinden, %24,6’sı Filistinli burjuva toprak sahiplerinden, %13,4’ü hükümet, kiliseler ve yabancı şirketlerden ve sadece %9,4’ü çiftçilerden aldığı görülüyor.
Bu tabloya bakarak dahi burjuva sözde aydın kanaat önderlerinin belirttiği gibi bir “Filistin halkı topraklarını sattı” iddiasının kirli bir yalan olduğu delilendirebiliriz.
Unutmayın sermayedarların aldığı kararlardan emekçi halklar sorumlu tutulamazlar.
Ancak Filistin hakkında tek akıl karışıklığı toprak satma yalanı değildir.
Filistin topraklarının kurtuluşu için mücadele veren birden fazla örgüt bulunmakta.
Yazının başında değindiğimiz gibi bu örgütlerin ortak amacı Siyonist savaş rejimine karşı mücadele etmek olsa da kendi aralarında oldukça zıt kutuplarda ayrışıyorlar.
FKÖ: Başlangıçta tam bağımsızlık yolunda ilerleyen ve daha sonrasında 1994’teki Oslo görüşmeleri ile Siyonist savaş rejimiyle uzlaşan şuan ki resmi hükümettir.
Ancak Filistin’in devletleşememesinden sebep etkinliği yok denecek kadar az.
FKHC: Filistin topraklarında 1969 yılında kurulmuş olan ve Sosyalist Filistin iddiası ile birçok eyleme katılan, Batı Şeria’nın bir bölümünde hakimiyeti bulunan devrimci amaçlı bir örgüttür.
Bölgedeki diğer sosyalist örgütlere verdikleri eğitimler ile sık sık tartışma konusu olmaktadır.
Hamas: Fkö’nün uzlaşmacı yaklaşımına karşı çıkması ile güç kazanan, Gazze’de hakimiyeti olan İslamcı cihat örgütüdür.
Gazzedeki çatışmalarda aktif rol oynamaktadır.
Filistin’de aktif olarak rol oynayan örgütler yukarıda bahsettiğimiz 3 oluşumdur.
Ancak bunların yanında ufak çaplı hakimiyeti de bulunan onlarca ayrı çeşitli siyasi pozisyonda bulunan topluluklar da bulunmaktadır.
Siyonist rejimi anlamak için işgal motivasyonlarını öğrenmemiz gerekmektedir.
Yahudilerin kutsal kitabı olan Tevratta tanrı Yehova’nın turfandan sonra yaptığı kıyım yüzünden pişman olduğu ve Yahudi halkına kıyametten sonra kurulacak olan cennetin topraklarını vaat ettiği geçmektedir.
Bu topraklar Nil Nehri ile Fırat Nehri arasında kalan bölge olarak bilinmekte.
Bu amaç doğrultusunda hareket etmeyi amaçlayan Siyonist savaş rejimi ise akla gelebilecek her türlü insanlık dışı uygulamayı yapmakta.
Hastane, okul,ibadethane hatta yurtlarından sürgün edilen Filistinli yurttaşların sığındığı çadır kentlere kadar vahşice saldırılarına devam ederken kapitalist devletlerin sözde barış için kurduğu “Birleşmiş Milletler” den bu güne kadar İsrail’e karşı herhangi bir caydırıcı yaptırım uygulanmamaktadır.
7 Ekim 2023 tarihinden bu yana kırk bini aşkın Filistinli sivil katledilirken yüz binden daha fazla sivil de yaralanmıştır.
Yine yüz binlerce sivilde zorla yurtlarından ve evlerinden sürgün edilmiştir.
Ancak bütün bu acı tabloya rağmen kapitalist devletlerin sessizliği ve doğrudan yada dolaylı yoldan Siyonist rejime verdikleri destek Siyonist savaş rejimini dahada cesaretlendiriyor.
Akp iktidarı ise Siyonist rejime maddi desteğini hiçbir koşulda esirgemez iken iç siyasette ise bu soykırımı bir propaganda aracı olarak kullanmaktan da geri durmamaktadır.
Küresel çapta birçok şirket yine Siyonist savaş rejimine desteğini esirgememektedir.
Ancak sendikalların grev çağrıları yapmaması gerekte kapitalist yaşamın dayattığı konformonizm nedeniyle kitlesel olarak da Siyonist savaş rejimine karşı bir tutum sergilenememekte.
Siyonist savaş rejiminin tek hedefi de Filistin emekçi halkı değildir,kendilerince vaat edilmiş topraklarda hakimiyet sağlamak adına akla gelebilecek her türlü insanlık dışı eylemleri yapabileceklerini gösteren savaş rejimi Filistin emekçi halkını topraklarından sürdükten sonra gözünü Orta Doğunun geri kalanına çevireceği oldukça net olarak görülmektedir.
Siyonist savaş rejiminin yaptığı bu büyük soykırıma karşı çıkmak için kitlesel olarak eylemler ile kapitalist devletlerdeki iktidarların baskı altına alınması,destekçi şirketleri tüketici olarak boykot etmek üretici olarak da grevler ile örgütlenerek verilen desteğin sonlanması sağlamak öncelikli sorumluluklarımızdandır.
Kapitalizm’in kendi çıkarları uğruna milyonlarca insanı öldürdüğünü tarih yüzlerce defa şahit olmuştur.
Çözüm Sosyalist devrimler çağının başlaması ve insanlığın son iki yüzyılı kapsayan kapitalist lekeyi silip atmasından başka birşey değildir.
Devran YILMAZ’IN Kaleminden
Komünizm düşüncesi sermaye yandaşı medya sayesinde genellikle herkesin fakir olduğu, baskıcı bir diktatörlük rejimi olarak lanse edilmekte.
Aynı şekilde sosyalist eşitlikçi fikirlere muhalefet etmek adına ortaya atılan ve sıklıkla karşımıza çıkan bir başka cümle de “Eşitlik imkânsızdır adalet mümkündür” tezi olmakta.
Bu cümle eşitlik ve adalet tanımlamalarını değiştirmekte ve birbirlerinden bağımsız iki ifade haline getirme çabasına girilmektedir.
İlk olarak eşitlik ifadesini ele almak gerekiyor.
Eşitlik kelimesi herkesin birebir aynı olduğu, farklılıkların ortadan kalktığı yani toplumun bir fabrikadan çıkan tuğlalar gibi olduğu şeklinde algı yaratılıyor.
Hâlbuki komünist literatürde “Eşitlik” ifadesi denklik olarak öne çıkmaktadır.
Biz devrimcilerin iddia ettiği eşitlik hayatın her alanında fırsat bakımından dezavantajlı olan yurttaşların şartlarını dengeleyip daha yaşanabilir dünya yaratmaktır.
Okula gitmesi gerekirken çalışmak zorunda kalan bir çocuk ile her türlü imkandan yararlanabilen bir çocuğu aynı sınava tabii tutarak eşitliği sağladığını iddia eden kapitalist devlet anlayışına karşı çalışan çocuğun yaşam standartlarını yükseltmek ve sınava hazırlanması için diğer çocuklarımız gibi denk çalışma şartların oluşmasını amaçlamaktayız.
Komünizm’e karşı eşitlik bakımından herkesin aynı seviyede fakir ve geride kalmış bir toplum distopyası çiziliyor.
Ancak durum tam tersidir biz devrimciler fakirlikte değil zenginlikte birleşmek istiyoruz!
Bir emekçi babanın çocuğuna alacağı sütten dahi onlarca vergi alan kapitalist devlet sistemi zenginlerin yatlarından ve pırlantalarından vergi almamaktadır.
Biz emekçi halkların en ufak birikmiş vergi borcundan evimize hafız memurları gönderen kapitalist devlet aygıtı sermayedarların milyarlarca liralık vergi borçlarını silmekte.
İşte eşitsizlik tamda budur, bir eşitsizliği vardır burada ve biz devrimcilerin yapmaya çalıştığı şeyse bu eşitsizliği ortadan kaldırmaktır.
Günde 12 saatini emeğini satarak geçimini sağlamaya çalışan bir proloter ile hazır sermaye ile fabrika kuran bir patronun sizce kendisini geliştirmek için eşit şartları mı bulunmakta?
Fırsat eşitsizliği dediğimiz kavram tam olarak bu olmakta.
Bu durumda kendisini geliştirmemiş diye emekçi yurttaşı değil,fırsat eşitsizliğini yaratan kapitalist sistemi sorgulamak ve yıkmak gerekiyor.
Bir diğer tartışmalı kavramınız ise “Adalet” olmakta.
Kapitalist devlet düzeninde adalet kelimesi “Egemen sermayeyi korumaya yönelmiş devlet aygıtı” olarak tanımlanmaktadır.
Bu ifadenin haklılığı ise 1 Mayıs eylemlerine katıldığı için gözaltına alınan yüze yakın devrimci, tutuklanan Polenez İşçileri gibi aklınıza gelebilecek her türlü kitlesel olayda polisin ve mahkemelerin sözde adalet kılıcı ile emekçi halklar ve sermaye sınıfı arasında bir bariyer olmasından kanıtlanabilinir.
Ayda biz Sosyalistlerin adalet tanımını “Adalet, komünist düzende sermayenin mülkiyet ilişkilerini koruyan yasalar bütünü olmaktan çıkarak kitlelerin sınıfsız, sömürüsüz yaşamını terazide bir fiil ölçen bir kavram olacaktır” ifadesi ile açıklayabiliriz.
“Sanıkların ikisi de zenginse hâkim istifa eder.
Biri zengin diğeri fakirse zengin kazanır.
İkisi de fakirse adalet yerini bulur.”
Diye özlü bir söz vardır, ancak anlatılmak istenen olayın temelinde yine eşitsizlik yatmaktadır.
Adaletin sağlanabilmesi için mutlak gerekli olması gereken ölçü eşitliktir.
Kapitalist propagandanın hayatımıza soktuğu “Eşitlik mi Adalet mi” tartışmasının temelinde sorunlar bulunmakta.
Birbirinden ayrılamaz olan ve birbirinin tamamlayıcısı olan iki kavramı ayrıştırmaya çalışmak saçmalığın daniskasıdır.
Eşitlik mi Adalet mi sorusunun verilebilinecek tek yanıtı ise “Hangi devlet yapısında” olmalıdır.
Kapitalist rejimler için eşitlik zaten asla sağlanamayacak bir gerekliliktir.
Bu sebepten dolayı Kapitalist medya bu konuyu önümüze atarak yersiz bir tartışmaya sebep olmakta.
Ancak devrimci bir zihin yapısı bu iki tanımı birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğunu bilir ve eşitlikçi adaletin sağlanabildiği bir toplumsal düzen için mücadele eder.