15 Kasım 2024 Cuma
Kapitalizm, Ataerkil Sistem ve Kadın
Narin Güran Cinayetinde Şok Edici Gelişme
NASIL BİR FAALİYETÇİLİK (I): Koşulları ve Çelişkileri Tahlil Etmek
KAPİTALİZMİN YENİ SİLAHI: "UYUŞTURUCU"
Doğru emzirme yöntemleri nelerdir, sütün yettiği nasıl anlaşılır?
Seyit Rıza, oğlu Resik Hüseyin ve Dersim ileri gelenleriyle beraber 15 Kasım 1937 yılında Elazığ (Xarput) Buğday Meydanı’nda idam edilişlerinin 87’incı yıl dönümü nedeniyle Dersim’de ve Türkiye genelinde çeşitli anmalar yapılıyor.
Seyit Rıza, Resık Usen, Use Seydi, Findik Axa, Hesene Demenij, Hesene Kuresiz ve Aliye Mirze Sil’nin Elazığ (Xarput) Buğday Meydanı’nda idam edilişlerinin 87’incı yıl dönümü için Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ve Türkiye’nin şehirlerinde olduğu gibi Dersim’de de anma etkinliği düzenlenecek.
15 Kasım’ın Dersimlilerin dilinde Roza Şaye (kara gün) diye adlandırıldığı “Seyit Rıza dara çekilmeden ‘Ben sizin yalanlarınızla, hilelerinizle başa çıkamadım. Bu bana dert oldu, Bende sizin önünüzde diz çökmedim buda size dert olsun’ demişti.
87 yıl önce gerçekleşen idamlarla Dersim’de bir soykırım gerçekleştirmenin hedeflendiği “Kadın çocuk, genç yaşlı demeden bir taraftan Dersim, uçaklarla bombalanırken bir taraftan İhsan Sabri Çağlayangil’in itiraf ettiği gibi ‘mağaralarda kimyasal gazlarla toplu katliamlar gerçekleştirildi.’ Yine o dönemde Dersim’de askerlik yapanların tanıklıklarıyla mermi harcanmasın diye vadi, gedik ve uçurumlarda süngülenerek hamile kadınlar dâhil çoluk çocuk uçurumlardan atılarak katliamı devam ettirdiler”
“Katliam dersimin belleğinde kabul edilemez bir yara olarak kanamaya devam etmektedir. Eşine az rastlanan sürgün ve Kırım yaşanmıştır. Dersim kültürü yok edilmek için dersimin önderleri katledilmiştir. Mağaralara sığınan kadın ve çocuklar gazlarla katledilmiş insanlar uçurumlardan atılmıştır. Bu sadece Dersim’e değil tüm insanlığa yapılan bir suçtur. 87 yıl sonra mevcut iktidar aynı politikaları sürdürüyor. İdam edilenlerin mezarları halen belli değil yaralar sarılmaya ve eşit yurttaşlık için kaybedilenlerin mezarlarını halen arıyoruz. Arşivler açılsın Dersimin ismi iade edilsin, Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezarları açıklansın.
Tarihler ve Tanıklar ile Birlikte
Bölüm 1
Yıl 2009 bir öğrendik ki MİT-KCK Oslo’da bir “ Barış Süreci” adı altında ilk adımları atmak için gizlice görüşmüş ve bunun için ön plan yapılmış.
2005’te Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasında milli birlik ve kardeşlik projesi ve demokratik açılımın devamına yönelik konuşmalar yapılmıştı.
Bu adım sahada çalışan ben ve arkadaşlarım için şaşırtıcı olsa da biz Kürt halkı için sevinçle karşılanmıştı, sadece Kürt halkı mı, Türk arkadaşlar bile “ askere gidecek kardeşleri ve akrabaları ve dağda kardeşleri ve akrabaları olan Kürt yoldaşlarımın bile sevinmesine neden olmuştu.
Sonuçta legal siyasete atılmış bir halktık. Hiç unutmam Ciwan Haco tarihi Batman konseri yapmış. Ajda Pekkan, Sertab Erener, Şevval Sam Aynur ile onlarca konser vermişti. Şirin Payzın, Şivan Perwer ve Ciwan Haco ile röportajlar yapmış hatta ve hatta Ciwan Haco Hülya Avşar şova çıkmış reyting rekorları kırmıştı.
HDP heyeti Kandil’e gidiyor, Türkiye cumhuriyeti silahları onları koruyordu. Aklıma Lisa hocamın lafı geliyordu; sınıfta kavga eden çocuklara “ yetişkin insanlarsınız konuşmak varken neden kavga ediyorsunuz?” Cümlesini sanki birileri bu taraflara söylemiş ve bu taraflar da oturup konuşuyorlardı.
21 Mart 2014 Ahmet Nevrozunda Sırrı Süreyya Önder Abdullah Öcalan’ın manifesto mektubunu okuması ve sonrasında Dolmabahçe mutabakatıından sonra oldu olacak derken birdenbire ne oldu dersiniz( tabii ki normal zihinlerde barış oldu denir ama tabii ki olmadı)
Murat Sezen yazdı
Binlerce yıl boyunca hiçbir toplumsal yapı kapitalizm kadar doğayı talan edip zarar vermemiştir. Kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığının her alanda yarattığı kriz, doğada da yansımasını buluyor. Kapitalist üretim tarzının neden olduğu doğa tahribatı o denli büyük ve içinden çıkılmaz bir hâl almış durumda ki, küresel düzeyde bir ekolojik kriz yaşanıyor.
Burjuva politikacıların ve sermaye sahiplerinin konuşmak dışında bir şey yapmayarak timsah gözyaşları dökmesi ve gerçek hiçbir çözüm üretmemesi ekolojik krizi büyütüyor. Tüm dünyada iklim zirveleri düzenleniyor, kararlar alınıyor, hükümetler çeşitli anlaşmalara imza atıyorlar ama bir arpa boyu yol alınamıyor. Örneğin Türkiye’de sanki iklim değişikliği çok önemseniyormuş gibi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adı, Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı olarak değiştirildi. Başka ülkelerde de sadece kâğıt üzerinde kalan, göstermelik önlemler alındı. İklim değişikliği ve karbon salımını azaltmanın önemi üzerine dünya kadar laf edildikten sonra, geldiğimiz noktada yeniden yoğun olarak kömür kullanmaya dönük planlar devreye sokuluyor. Bu durum bile kapitalizm altında küresel iklim değişikliğinin önüne geçilemeyeceğini ortaya koyuyor.
Türkiye’de ise rejimin azgın sermaye politikaları nedeniyle doğa sınırsız talan edilmekle kalınmıyor, aynı zamanda binlerce yıllık tarihsel yapılar ve kültürel miraslar da yok ediliyor. Mesela yaz başından itibaren hem Türkiye’de hem de dünyada ormanlık alanlar yanıyor. Son yıllarda orman yangınları yaz mevsimiyle adeta özdeşleşti ve neredeyse normal karşılanır oldu. Oysa ortada normal bir durum yok. Zira orman yangınlarının yüzde 90’ı insan kaynaklı çıkıyor. Ama daha da önemlisi, yangınları önlemek ve çıktığında söndürmek için gerekli ve yeterli tedbirler alınmadığı için orman yangınları göz göre göre felakete ve çevre katliamına dönüşüyor. Ormanların yanarak yok olmasına siyasi iktidarın rant ve talana dayanan politikaları da eklenince doğa katliamının boyutu daha da katmerleniyor.
Ormancılık politikası uzmanı Erdoğan Atmış, 2012-2024 yılları arasında ormanlık alanların enerji, maden ve turizm şirketlerine tahsis edilmesi nedeniyle yılda ortalama 38.094 hektar ormanın yok olduğunu belirtiyor. Aynı yıllarda çıkan yangınlarda ise yılda ortalama 9.704 hektar orman yok olmuş. Yani ranta kurban edilen ormanlık alan, yangınlarda yok olanın dört katı! 2015-2024 yılları arasında yapılan 3.987 maden ruhsatı ihalesinden 1.148’i ruhsata dönüştürüldü. Yeraltı suları ve su havzalarına, tarım alanlarına, sit alanlarına bile maden ruhsatı veriliyor. Örneğin Muğla ve çevresinde bulunan orman alanlarının yüzde 65’i, tarım alanlarının yüzde 48’i ruhsatlandırıldı. Kaz Dağları ve çevresinde orman alanlarının yüzde 80’i, tarım alanlarının yüzde 78’i, su havzası alanlarının ise yüzde 73’ü ruhsat alanına dâhil edildi. Kaz Dağları’nda siyanürlü altın araması için maden ruhsatı alan Kanadalı şirket Alamos Gold bölgede 350 bin ağaç kesti.
Şırnak’ta da tam bir ağaç katliamı yaşanıyor. Beş yıl önce güvenlik gerekçesiyle başlatılan katliam, rant amaçlı talana dönüşmüş durumda. Şırnak Barosu Çevre ve Kent Komisyonu’nun hazırladığı raporda, sadece son 7 ayda ağaçlık alanlarının yüzde 7’sinin yok edildiği, kesilen ağaçların piyasa değerinin çok altında çevre illere ve Kayseri, Antep, Osmaniye’ye gönderilerek satıldığı belirtiliyor. Baronun hukuksuz talana dair suç duyurusunda bulunmasına rağmen herhangi bir soruşturma açılmadığı ifade ediliyor. Geçtiğimiz günlerde Şırnak’taki doğa katliamını protesto amacıyla İzmir ve İstanbul’da basın açıklamaları yapıldı. Demokratik kitle örgütlerinin, çevre örgütlerinin ve emekten yana birçok siyasi partinin destek verdiği basın açıklamasında siyasi iktidarın “güvenli bölge” olarak ilan ettiği yerlerde nasıl bir talan politikası izlediği şöyle anlatılıyordu: “Kürdistan’da ilan edilen ‘güvenli bölgeler’ tüm yasaların yok sayıldığı ve oradaki yetkili kişilerin istedikleri her şeyi yapabildikleri alanlar haline geldi. Atanmış vali, kaymakam, polis ve jandarmanın bu alanlarda sonsuz yetkisi oluştu. Bu yetkili kişi ve kurumlar doğayı ve hayatı umursamadan her türlü talancı ve rantçı politikaları bu alanlarda rahatlıkla hayata geçiriyorlar. Ellerindeki sınırsız yetkilerle basını ve kamuoyunu oraya sokmayarak işledikleri talanı herkesten gizleyebileceklerini düşünüyorlar. Sadece ağaçları talan etmiyorlar, bölgenin tarihine, geleceğine ve yaşamın her türlü çeşitliliğine de onulmaz zararlar veriyorlar. Bu talan ve savaş siyaseti birbirini besliyor.”
Türkiye’de siyasi iktidarın, ormanlık alanları korumak için önlem almadaki hızıyla ormanlık alanların turizme açılma hızı ters orantılı. Bu da bize rejimin yangınları önlemekte ve söndürmekte neden bu kadar isteksiz olduğunu açıkça anlatıyor. Yangın sonrası, alanların inşaat şirketlerince turizme “kazandırılma” hızı inanılmaz! Yangınların üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra lüks tatil köylerinin tanıtım filmlerinin çıkması bu hızlarını ispatlamış oluyor. Bunca maden faaliyeti, turistik tatil siteleri, beş yıldızlı oteller kimin için yapılıyor? Bu bölgelerde yaşayan emekçilerin yeri, yurdu, doğası, ekmeği elinden alınırken, şehirlerde yaşayan ve yılda bir kez tatil yapmak için buralara gelmek isteyen emekçilerin de bu imkânı ellerinden alınmış oluyor. Yapılaşma ve madenlerle birlikte yerli halk yaşadığı yerden kovulurken, inşa edilen lüks oteller şehirlerdeki emekçilerin bu bölgelerde tatil yapmasını da olanaksız kılıyor. Doğa, deniz, tarihsel ve kültürel miras iktidarın açgözlü rantçı saldırganlığı temelinde yok edilirken, kentlere hapsedilen emekçiler gün geçtikçe daha fazla nefessiz kalıyor.
Rejimin yağma ve talan kurbanı yalnızca ormanlar değil. Binlerce yılın izini taşıyan bölgelerdeki tarihi doku da yok ediliyor. Yüklü bir tarihi mirasın ve doğal güzelliklerin olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Mesela Batman’da bulunan Hasankeyf’in tarihi bundan 12 bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Hasankeyf, yağma ve zalimlikleriyle tarihte nam salan Moğolların istilasına bile uğramış ama bir şekilde ayakta kalmayı başarmış. Ta ki siyasi iktidar Ilısu Barajı’nın yapılmasına karar verinceye dek. Baraj inşaatına karar verildikten sonra burada bulunan tarihi hamam, cami, türbe ve zaviye Dicle Nehri kıyısında kurulan “Kültürel Park” denilen alana taşındı. Binlerce mağara evden oluşan kentin bir kısmı kum ve sular altında kalırken, bir kısmı da ölüme terk edildi. Hasankeyf’te yaşananlar siyasi iktidarın doğaya ve tarihe bakışını, rantın doğadan ve tarihi mirastan önce geldiğini bir kez daha göstermiş oldu. 2020 Şubat’ında barajın su tutmasıyla birlikte binlerce yıl yok olmadan kalabilen doğa ve tarih yok edildi. Tek derdin rant olmadığını da belirtmek lazım. Zira bambaşka bir bakış açısıyla burası restore edilebilir ve dünya ölçeğinde ilgi görecek şekilde turizme açılabilirdi. Ancak hem Türkiye egemenlerinin Kürt korkusu hem de baraj yaparak bölgedeki suları toplama ve bunu komşu ülkelere karşı bir koz olarak kullanma arzusu daha baskın gelmiştir. Rant ve talan da bu arzunun bir başka boyutudur.
NASA’nın Mars’ta bulunan Jezero kraterindeki jeolojik yapıya ve mineral oluşumuna benzediğini ve dünyada bu özelliklere sahip bilinen tek yer olduğunu açıkladığı Salda Gölü de iktidarın rant kurbanı oldu. Her yıl ziyaretçi akınına uğrayan gölün iktidarın ve inşaat şirketlerinin dikkatini çekmemesi düşünülemezdi zaten. Hemen kollar sıvanarak “millet bahçesi” projesine girişildi. Millet bahçesi tartışmaları sürerken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, “Defalarca ifade edildiği üzere, Salda Gölü Özel Çevre Koruma Projesi içinde. Herhangi bir betonarme yapı asla olmayacak, çivi dahi çakılmayacaktır. Beyaz kumların olduğu alana ayakkabı ile girilmesine ve bu doğal alana hiçbir şekilde en ufak çöpün dahi atılmasına izin verilmeyecektir” açıklaması yapmıştı. Bu açıklamanın üzerinden daha bir yıl geçmeden ayakkabıyla girilmesine bile izin verilmeyeceği söylenen alana bakanlık izniyle iş makineleri girdi ve kamyon kamyon kum çalındı!
Siyasi iktidarın koruması altında gerçekleştirilen bu katliam ve vicdansız hırsızlığın bir diğer örneğinin çok daha büyük boyutlarda Patara’da yaşandığı ortaya çıktı. Kaş’ın koruma altındaki Patara sahilinden 2 bin 186 kamyon kum çalındı. Bu hırsızlık tespit edildiğinde ise Orman İşletme Müdürlüğü, el koyulan kumları her türlü hukuksuzluğu yaparak yine bu hırsızlığı yapan şirkete sattı. Böyle bir satışı gerçekleştirmek yasadışı olduğu gibi, kumlar piyasa değerinin çok altında bir fiyata satılarak yandaşlara hizmette sınır tanınmadığının bir örneği daha sergilendi.
Öte yandan, doğal güzellikleriyle ünlü Trabzon’da bulunan Uzungöl’ün kaderi de Salda Gölünün kaderinden farklı olmadı. Her yıl yerli ve yabancı binlerce turisti kendine çeken gölün muhteşem doğası yerini asfalt yol ve beton yapılara bıraktı. Uzungöl’ün yaşam pınarı derelere yapılan HES’ler nedeniyle de göl her geçen gün biraz daha yok oluyor.
Yine Erzincan İliç’de ekolojistlerin, bilim insanlarının ısrarla uyardığı, yani sonuçları önceden bilinen ve göz göre göre gelen bir doğa katliamı, taammüden işlenen bir cinayet, bir ekokırım suçu yaşandı. Ve Sülfürik asitli, siyanürlü göçük altında kalan işçilerden günler geçmesine rağmen hala haber alınamadı.ve sonunda 9 işçinin cansız bedenine ulaşıldı.
Sadece Erzincan İliç’de değil, Dersim’den, Kaz Dağları’na, Ağrı Diyadin’in Mollakara köyüne kadar memleketin dört bir tarafı “altın
madenciliği” adı altında şirketlerin tehdidi altındadır. Siyanürle altın işletmeciliği ya da siyanürle kimyasal liç yöntemi uygulanarak maden işletmeciliği yapılması yasaklanmalı, bu yöntemle çalışan madenler derhal kapatılmalı, Erzincan İliç’de meydana gelen ekokırım suçunun tüm sorumluları yargılanmalı, uzman sivil örgütlerin bölgede inceleme yapmalarına imkan sağlanmalıdır.
Son olarak iktidarın rant hırsı bölgede yapılması planlanan mesire alanı ihalesini alan Yapı-Soy Beton Şirketine ihalesini verdiği ve Artvin Hopa’da Cankurtaran ormanının maden işletmeleri tarafından talan edilmesine karşı mücadele eden köylülere yönelik silahlı saldırı olayında Reşit Kibar isimli yurttaşın ölmesi ve 2 kişinin de yaralanmasına yönelik tepkiler sürüyor. Üç çocuk babası, kamyon şoförü Reşit Kibar’ın cenazesi bugün Hopa’da toprağa verilecek. Dün gerçekleşen olaydan sonra yapılan soruşturmada cinayetin işlendiği silahı kullanan Muhammet Ustabaş tutuklanırken, ruhsatlı silahın sahibi F.M ise adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı.
AKP iktidarıyla ve onun beslediği sermaye gruplarıyla sınırlı değildir. Sermaye tüm dünyada doğaya aynı açgözlülükle saldırma eğilimindeyken, bu saldırganlığı frenleyen tek güç emekçilerin mücadelesidir. Doğanın kurtuluşunun tek yolu, söz konusu mücadelenin kapitalizmi hedef alarak ilerlemesinden geçmektedir. Doğanın korunması kapitalizme karşı verilen mücadelenin vazgeçilmez parçasını oluştururken, salt çevrecilikle sınırlı bir mücadelenin başarıya ulaşması mümkün değildir.