21 Eylül 2024 Cumartesi
Kapitalizm, Ataerkil Sistem ve Kadın
Narin Güran Cinayetinde Şok Edici Gelişme
NASIL BİR FAALİYETÇİLİK (I): Koşulları ve Çelişkileri Tahlil Etmek
KAPİTALİZMİN YENİ SİLAHI: "UYUŞTURUCU"
Doğru emzirme yöntemleri nelerdir, sütün yettiği nasıl anlaşılır?
Erkek Kitap Fuarı (EKF) 20-29 Eylül tarihleri arasında Samandağ Hz. Hızır Parkında ziyarete açılmıştır. On yıllardan beri Samandağ Belediyesi Patriyarkal düzenin önemli yerel payandalarından biri haline gelmiştir. Çiçeği burnunda yeni belediye yönetim de patriyarkal kapitalist sisteme payanda olmaya devam ediyor maalesef.
Erkek Kitap Fuarının açılışını Samandağ Belediye Başkanı Sayın Emrah Karaçay, Başkan yardımcısı Adnan Eryılmaz ve Meclis üyeleri Ferit Diker, Kurtuluş Okur ve ezici çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu kalabalık bir kitle tarafından yapıldı. (Erkekler Kitap Fuarının) açılışının ve programının patriyarkal, gerici sermaye düzene uygun olmasına özel önem verildiği gözlendi. Samandağ Belediye yönetiminin Ataerki kültürüne uygun pratikleri 75 yıllık Samandağ Belediyemize hakim olan zihniyetin devamıdır.
Yeni olarak ortaya çıkan yönetimlerin eskisinin devamı oldukları faaliyetlerinden belli oluyor. Halkın dilinde bu durumu özetleyen deyimler ve atasözleri var. “Gelen Gideni Aratır”, “Adları farklı ama Yok Aslında birbirinden farkları” gibi. Erkekler Kitap Fuarında (EKF) On Beş Yazar, Sanatçı, Siyasetçi vb içinde bir kadın yazara yer verilmesi dikkatsizlik, tesadüf vb ile açıklanamaz.
Samandağ belediyesinin iş ve işlemlerine hakim olan “Ataerkil Perspektifinde” kadının yerinin olmadığı ya da önemsiz olduğu ile alakalıdır. Samandağ Belediyesinin her türlü çalışmalarının merkezinde yer alan ataerkil pratikler; erkek egemenliği üzerine yürüyen toplumsal örgütlenmenin zihinsel yansımaları ve çıktılarıdır. Erkekler Kitap Fuarı (1/15) (EKF) Sol, Sosyalist, Eşitlikçi, Toplumcu belediye anlayışı ile bağdaşmaz.
Demokrasi ve Eşitlik mücadelesinde teori ve pratik birbirinden ayrılamaz. “Aynası İştir Kişinin Lafına Bakılmaz” atasözü eşitlik/ adalet, hak, Hukuk mücadelesi verenleri de kapsar.
Gerici erkek egemen anlayışlar erkeği toplumun merkezine koyar (1/15), Kadını ise yok Sayar (1/15). Sol, sosyalist eşitlikçi anlayışlar Kadınlar lehine pozitif ayrımcılık yapar. “Sözde mangalda kül bırakmaz” Belediye yönetiminde fiili olarak Patriyarkal kapitalist sisteme hizmet ettiğinden kadınlar ikincildir (1/15). Samandağ Belediyesi’nin bütün çalışma organizasyonlarında liyakat, eşitlik, demokrasi ve Adalet bekliyoruz.
Doğru her adımı destekleyeceğiz, ama yanlışları eleştireceğiz. Yanlışları görmezsek ve Eleştirmezsek size benzemekten korkarız. “Patriyarkal Kitap Fuarının eksikliklerini tamamlamak için geç değil. Hataylı, Samandağlı veya Ülkemizin her tarafında konusuna hakim kadınlar vardır. Öneririz. Kasıntılıktan vazgeçmezseniz daha çook gericiliğe düşeceksiniz. Hatalardan ders almak önemlidir. Patriyarkal Sermaye sisteminin gericiliğine daha az düşmeniz dileğiyle.
Ülkemizin yeni bir anayasaya değil, yeni bir Türk Ceza Kanunu’na ihtiyacı olduğu kesin. Zaten delik deşik olmuş bir Anayasamız var. Mahkemesinin bile kararları ülkenin Cumhurbaşkanının iki dudağı arasında. Tanınmayan kararlar, uygulanmayan maddeler yenisi yapılsa ne olur, yapılmasa ne olur. Bize lazım olan, Türk Ceza Kanunu’nda yapılacak topyekün değişiklikler. Örneğin, hırsızlık yapan biri adliyenin bir kapısından girip diğer kapısından elini kolunu sallayarak çıkması artık olağan bir durum. Ya da elinde bıçak, soğan doğrar gibi adam doğrayanları mahkeme sonunda adalet çay ocağında kahve içerken görmek şaşırtıcı olmasa gerek. Milleti dolandıran çeteleri bir süre sonra, daha güçlenmiş olarak yeni kurbanların avında görmek de çok şaşırtıcı olmasa gerek. Tacizciler, sadistler, çeteler ve daha yüzlerce suçlu çeşidi…
Türkiye’de Cumhurbaşkanına hakaret suçu hariç bütün suçların Türk Ceza Kanunu’nda bir kaçış yolu var.
Güzel ülkemde en ağır suç ise Cumhurbaşkanına hakaret. Asla affı yoktur. Yasa dibine kadar uygulanır. Hem de en üst seviyeden. Nereden biliyorum? Tecrübe ile sabitte ondan. Elimizdeki verilere bakalım:
Türkiye’de Cumhurbaşkanına hakaret suçu kapsamında açılan dava ve soruşturma sayıları son yıllarda dikkat çekici bir şekilde artmıştır. Adalet Bakanlığı’nın 2023 yılı verilerine göre, yalnızca 2023 yılında 25.520 dosya açılmış ve toplamda 18.856 kişi hakkında soruşturma başlatılmıştır. Devreden dosyalarla birlikte, Cumhuriyet başsavcılıklarında açılan toplam dosya sayısı 60.000’e ulaşmıştır. Bu sayı, Kenan Evren döneminde 340, Turgut Özal döneminde 207, Süleyman Demirel döneminde 158, Ahmet Necdet Sezer döneminde 163 ve Abdullah Gül döneminde 848 dava olarak kaydedilmiştir (Kaynak: Bianet).
Bir takım aktivist ve gazetecilerin iddiası ise daha vahimdir. Şöyle ki: X hukuk bürosunda bir ekip, bir konuda mağdur edilmiş kesimin bam teline basacak şekilde sahte hesaplardan sosyal medya paylaşımı yapar. Burada amaç damara basmaktır. Hızını alamayan bazı mağdurlar ise o paylaşımın altına veryansın yazarlar. İçlerinde yanan ateşin yazarak söneceğini zannederler ama farkına varmadıkları şey, 15 gün içinde kapıda beliren bir çift polisin “Bizimle merkeze geleceksiniz” sözleridir. Uzun lafın kısası, “Her ne kadar paylaşımı yapan hesap yurt dışında olsa da altında yazılan yorumlarda: Cumhurbaşkanlığı makamına aleni olmasa da, dolaylı hakaret suçu işlendiğinden sanığın 1 yıl hapis cezasına, iyi halden bu cezanın 11 aya düşürülmesine sonuç olarak ‘hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına’ hükmedilmiştir. “İyi de hapse girmiyorsun güzel işte…” Yok öyle! Davayı açan kazanmış olduğundan avukatlık parasını sizin ödemeniz de mecburi. Peki bilin bakalım hangi avukatlık bürosu bu parayı alıyor? Bildiniz. Şimdi hesabı siz yapın: 56.000 dava çarpı avukatlık parası. Yeni bir sektör de diyebiliriz.
O yüzdendir ki bizim acil Anayasaya değil, acil bir Türk Ceza Kanunu’na ihtiyacımız var. Yoksa bu hızla giderse, her çocuğun borçlu doğduğu ülkemizde hakkında dava açılmayan tek bir aile bile kalmayacak demektir.
O yüzdendir ki yeni Anayasa yapılsa ne olur? Yapılmasa ne olur?
Günümüz toplumunda, mutluluk adeta bir zorunluluk haline gelmiştir. İnsanların sürekli mutlu olmak zorunda hissettiği bir çağda yaşıyoruz. “Mutlu olmalısın” gibi bir zorunluluk, hayatın anlamını ve değerini mutlulukla eş tutan bir düşünce yapısına dayanır. Ancak bu zorunluluk, insanları kendi duygusal hallerini sorgulamaya, mutsuzluklarını saklamaya ve bu zorunluluğun getirdiği baskı altında ezilmeye iter. Modern çağda mutluluk, neredeyse bir yaşam standardı, bir başarı ölçütü olarak kabul edilirken, mutsuzluk ise bir başarısızlık olarak görülür.
Mutluluğun bu kadar yüceltilmesi, kıskançlık gibi duyguları daha da güçlendirebilir. Kıskançlık, bireylerin kendi mutluluklarını başkalarının mutlulukları ile kıyaslama eğiliminden kaynaklanır. Sosyal medya çağında, başkalarının sürekli olarak mutlu anlarını paylaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu durum, bireylerin kendi yaşamlarını, deneyimlerini ve duygusal durumlarını sürekli olarak başkalarınınkiyle karşılaştırmalarına neden olur. Sonuç olarak, insanlar ne kadar çok mutlu olmaya çalışırlarsa, o kadar derin mutsuzluk dehlizlerine dalarlar.
Mutlu olmak için çaba sarf edenlerin sayısı arttıkça, mutsuzluk da daha belirgin bir hal alır. İnsanlar, mutluluğu zorunlu bir hedef olarak belirlediklerinde, bu hedefe ulaşamadıklarında kendilerini daha da yetersiz ve mutsuz hissederler. Bu durum, bireylerin kendi duygusal hallerini kabul etmelerini zorlaştırır ve gerçek duygularını saklamalarına neden olur. Mutsuzluk, toplum tarafından kabul edilmeyen, gizlenmesi gereken bir kusur olarak görülmeye başlanır.
Bu zorunlu mutluluk anlayışı, mutsuz kişileri modern bir vebaya yakalanmış gibi hissettirir. Mutsuzluk, toplumsal kabul görmeyen bir durum haline gelir ve insanlar mutsuz bireylerden kaçınmaya başlar. Mutsuz kişiler, adeta bir cüzzamlı gibi dışlanır ve yalnızlaştırılır. Toplum, mutsuzluğu bulaşıcı bir hastalık gibi algılar ve mutsuz kişilerle temas etmekten kaçınır. Bu durum, mutsuz bireylerin daha da izole olmasına ve kendi mutsuzlukları ile baş başa kalmalarına neden olur.
Ancak, mutsuzluk da insan olmanın doğal bir parçasıdır. İnsanlar, hayatın farklı evrelerinde ve farklı durumlarda mutsuz olabilirler. Mutsuzluk, tıpkı mutluluk gibi, insani bir deneyimdir ve yaşamın anlamını ve değerini anlamamıza yardımcı olabilir. Mutsuzluk, bireylerin kendi iç dünyalarını keşfetmelerine, hayatın zorluklarıyla başa çıkma yeteneklerini geliştirmelerine ve daha derin bir anlayış ve empati geliştirmelerine olanak tanır.
Mutsuzluğu kabul etmek ve ona saygı göstermek, insan olmanın bir parçası olarak görmek önemlidir. Toplum olarak, mutluluğu zorunlu bir hedef olarak belirlemek yerine, duygusal hallerimizi olduğu gibi kabul etmeyi öğrenmeliyiz. Mutsuzluk, utanılacak veya saklanacak bir durum değil, insan olmanın doğal bir parçasıdır.
Bu bağlamda, “Benimle bir ömür boyu mutluluğa evet der misin?” gibi bir ifadeyi sorgulamak yerinde olur. Aslında daha doğru olan, “Benimle bir ömür kısmen mutluluğa ama çoğunlukla mutsuzluğa evet der misin?” sorusunu sormaktır. Bu ifade, hayatın gerçekliğine daha uygun ve samimi bir yaklaşımdır. Sırf mutluluk uğruna yalan söylemek, hem kendimize hem de karşımızdakine haksızlık etmektir.
Mutluluk zorunluluğu, insanları mutsuzluğun karanlık dehlizlerine sürükleyen bir paradoks yaratır. İnsanlar, mutluluk için çaba sarf ederken, mutsuzluklarını saklamak zorunda kaldıklarında daha da derin bir mutsuzluk yaşarlar. Mutsuzluğu kabul etmek ve ona saygı göstermek, insan olmanın doğal bir parçası olarak görmek, daha sağlıklı ve dengeli bir yaşam sürmemize yardımcı olabilir.
Tarihe baktığımızda, büyük değişimlerin ve devrimlerin ardında mutsuz insanların olduğunu görürüz. Örneğin, herkesçe malum olan Küba Devrimi, mutsuz insanların bir araya gelmesi ile mümkün olmuştur. Mutsuzluk, değişim ve dönüşüm için bir katalizör olabilir.
Bu bağlamda:
“Kahrolsun bir avuç gereğinden fazla mutlu olanlar, yaşasın dünyayı değiştirecek mutsuzlar. Yaşasın tüm dünyanın mutsuzları!” demek, toplumsal değişim için bir çağrı niteliğindedir. Mutsuzluk, bir zayıflık değil, bir güç kaynağıdır.
Yaşasın tüm dünyanın mutsuzları..